2 Ağustos 2017 Çarşamba

BU ÇAMURLU KAFTAN SANDUKAMA KONSUN!

Mısır Seferi dönüşünde bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan çamur, Padişahın kaftanını kirletmişti. Paşa, atını geriye çekerek ne yapacağını şaşırdı! 
Ahmed İbn-i Kemâl Paşa, Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhurlarındandır. "Kemâl Paşazâde" diye tanınmıştır. 1468 yılında Tokat'ta doğdu. 16 Nisan 1534'te vefat etti. Kabri, İstanbul'da Edirnekapı'dadır.
İbn-i Kemâl, çocukluğunda iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Baba mesleği olan askerlik yolunu seçmişti. Sipahi olarak seferlere katılırdı. Ancak karşılaştığı bir hâdise onun askerliği bırakmasına ve ilmiye sınıfına geçmesine sebep oldu. Kendisi şöyle nakleder:
Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı...
Bir defasında, eski elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. 
"Filibe Medresesi Müderrisidir. İsmi Molla Lütfi'dir" dedi. "Makâmı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?" dedim.
"Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna razı olmazlar" dedi. Düşündüm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum" dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim..."
Nitekim İbn-i Kemâl Paşa askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı ve öyle bir âlim oldu ki kendisine "Müftiyüssekaleyn" yani "insanların ve cinnilerin müftüsü" denildi.
Çünkü o, cinlere de fetva verirdi...
Yavuz Sultan Selîm Han İbn-i Kemâl hazretlerini çok severdi. Onu "Anadolu kazaskeri" sıfatıyla Mısır Seferine götürdü. (Mısır’ın fethinden sonra da Şeyhülislâmlığa getirdi...)
*
Mısır Seferi dönüşünde bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan çamur, Padişahın kaftanını kirletmişti. İbn-i Kemâl mahcup olup, atını geriye çekerek ne yapacağını şaşırdı.
Ancak Yavuz Sultan Selîm Han ona dönerek tarihe geçen şu sözü söyledi:
"Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için ziynettir, süstür ve şereftir. Vasiyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, vefâtımdan sonra sandukamın üzerine örtülsün!.." Yavuz Sultan Selim Han'ın bu vasiyeti yerine getirilmiştir.
Allahü teala şefaatlerine nail eylesin...

UNUTULMUŞ BİR ZAFER: KUT-ÜL AMARE

Birinci Dünya Savaşı yılları... Batı devletlerinin bala üşüşmüş sinekler gibi Osmanlı topraklarına çöreklendiği yıllar… Bir diğer adıyla Osmanlı’nın ateşten yılları…
Fakat Osmanlı bu… Öyle kolay lokma olacak bir millet değildi…
Önce Çanakkale Boğaz Harbi'nde bunu düşmana gösterdi. Âdeta etten duvar ören Osmanlı askerleri, 1915’in Mart ayında düşman birliklerini Boğaz'ın serin sularına gömdüler.
Sonra aynı yıl, Aralık ayının 25’inde Osmanlı birlikleri İngilizler’in ve muhalif kuvvetlerin karargâhı sayılan Kut’u muhasara etti.
Kut, Dicle Nehri kıyısında, Basra Körfezi'nin kuzeyinde kalan bir kasaba…
Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri, Çanakkale'den sonra kasabanın yakınlarında konuşlanmış İngiliz kuvvetleri ile müttefiklerini bertaraf edip, kibirli İngiliz birliklerine karşı ikinci büyük darbeyi vurmak istiyordu.Bu durumdan son derece rahatsız olan İngilizler, Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla 6 Ocak’ta hücuma geçti. Fakat büyük bir zayiatla geri çekildiler.
Bu muhasaraya önem veren Osmanlı Devleti, Nurettin Paşa'yı geri çağırıp, Enver Paşa’nın amcası Mirliva Halil Paşa’yı komutan olarak buraya gönderdi.
İngilizler bu kasabayı onur meselesi yapıp, muhasarayı kırmak için Nisan 1916 tarihine kadar defalarca saldırdılar. Her seferinde büyük kayıplarla geri püskürtüldüler. Sonuncu saldırıları olan 29 Nisan gününde, General Gorringe komutasındaki Townshend birlikleri büyük bir hüsrana uğramış, mağlup olmuşlardı. Kut-ül Amare adıyla anılan bu harpte kibirli İngilizler, 13 general, 481 subay ve 13.300 er ile birlikte “Hasta Adam” dedikleri Osmanlı Kuvvetleri'ne teslim oldular. İngilizler’in ve müttefiklerinin kaybı büyüktü. 23.000 ölü vermişlerdi. Osmanlı kuvvetlerinin şehit ve yaralı sayısı ise 10 bin civarında idi. Ölenler için kasabada Kut Türk Şehitliği yapıldı.
1. Dünya Savaşı'nın en mühim muharebelerinden biri olarak bilinen bu müthiş harp Osmanlının muhteşem zaferi ile sona erdi. Kasaba alındı.
İngiliz tarihçisi James Morris, Kut'un kaybını "Britanya (İngiltere) askerî tarihindeki en aşağılık şartlı teslimi" olarak tanımladı. Bu yenilgi İngiliz basınında ve kamuoyunda çok büyük bir infial uyandırdı. General Gorringe, bu başarısızlığı sebebi ile görevinden alındı.
İngilizler, bu aşağılık duruma son vermek, esirlerini kurtarmak ve Kut’u yeniden almak için tekrar saldırdılarsa da başaramadılar. Üstelik daha büyük kayıplar verdiler.
Halil Paşa'nın, Kut-ül Amare zaferinden sonraki sözleri tarihe şöyle geçti: “Arslanlar! Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında, şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.

Tarih bu hadiseyi yazmak için kelime bulmakta müşkülâta uğrayacaktır. İşte Türk sebatının, İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale'de, ikinci zaferi burada görüyoruz.”
Evet, Osmanlı Ordusu gerçekten tarihe geçecek büyük bir zafer daha kazanmıştı.
Her yıl Kut-ül Amare zaferi kutlanmaya başlandı.
Ta ki Türkiye'de 1952 yılında NATO'ya üye olana kadar. İngilizler, tarihlerinde kara bir leke ve yüz karası olarak kalan bu hezimetin, Türkler tarafından her yıl zafer bayramı olarak kutlanmasını aşağılanmış görüp, onurlarına yediremediler ve kaldırılması için baskı yaptılar. Baskılar üzerine de Türkiye, NATO üyeliği sebebi ile bayram merasimine son verdi. İngilizlerin baskısı o kadar yoğundu ki Kut-ül Amare zaferi ve Kut Bayramı'na yönelik tarihî malumâtlar, okullardaki tarih kitaplarından bile silindi. Unutturulmaya çalışıldı.

Tarihten silinse bile bu zafer gönüllere kazındı.
Din için, devlet için, vatan için ölen binlerce yiğidin canını verip şehit olduğu (nur içinde yatsınlar) o kutlu zafer nasıl unutulur. Kut şehitliğinin aziz insanlarını rahmetle anıyoruz.
Anacağız. Daima!..

YAVUZ SULTAN SELİM HAN KÜPE TAKTI MI?

Geçenlerde bir takı defilesinde, Yavuz Sultan Selim’e izafe edilen küpeli, kolyeli bir resmin teşhirinin reaksiyona sebep olduğunu gazetelerde okuduk. Sultan Selim gerçekten küpe takmış mıdır? Bu sık sık gündeme gelen bir mesele...
Her şey 1926 yılında Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı portreler galerisine getirilen ve Yavuz Sultan Selim’e isnad edilen bir resim ile başladı. Bu resimdeki sima, inci küpeli, taçlı ve inci madalyonlu olarak tasvir edilmişti. Aynı zamanda da sakalsız ve pala bıyıklıydı. Bunun, bir Macar ressam tarafından yapılan benzeri de vardır. Bu resmin nasıl ve niye Yavuz Sultan Selim’e nisbet edildiği doğrusu malum değildir. Ancak, herkesi padişahın küpe taktığına inandırmaya yetmiştir. Hatta buna delil olmak üzere menkıbeler bile üretilmiştir. Güya padişah, bir kölenin kulağında kölelik alâmeti halkayı görmüş de, kendisinin Allah’a kul olduğunu sembolize etmek üzere bu küpeyi takmış. İyi de resimdeki küpe halka değil, kadınların taktığı cinsten incili salkım küpedir. Bir başka menkıbede de padişah birtakım ibretli hadiselerin kulağına küpe olması maksadıyla böyle yapmıştır. Bunların hepsi ancak birer yakıştırmadır.
Öncelikle bu resmin İran Şahı İsmail’e ait olduğu ileri sürülmüştür. Başındaki kızıl börk ve taç da delil verilmiştir. Ancak bu da kat’î değildir. Börkün kızıl oluşundan dolayı, tarihte Kızılbaş (sürhser) sanını ilk alan Şah İsmail’e nisbet edildiği anlaşılıyor. Yavuz Sultan Selim’in bir şiirinde, "Pâymâl eyleyelim kişverini sürhserin" (Kızılbaşın ülkesini yerle bir edelim!) dediği bilinmektedir. Şah İsmail, 12 imamı sembolize eden 12 dilimli taç ile, Hazret-i Hüseyn’in şehâdet kanını sembolize eden kırmızı börk ve sarık giyerdi. Adamları da böyle giyinirdi. Anadolu halkı bu sebeple bunlara Kızılbaş (farsçası Sürhüser) demiş; mezhebleri Kızılbaşlık olarak tanınmıştır.
Mamafih Osmanlı devlet ricali de başlarına koyu kırmızı kavuk giyer, ama üzerine beyaz sarık sarardı. Taç takmak âdeti ise Osmanlılarda hiç yoktu. Taç, Avrupa krallarında vardır. Ressamlar ve yazarlar, eserlerini hayal gücüne dayanarak meydana getirirler. Bunların gerçeğe uygun olması beklenmez. Tarihî hususlarda vesika ve tarihçilerin sözü geçer.
KÜPE TAKTI MI?
Peki Sultan Selim küpe takmış mıdır? Kanaatimizce takmamıştır. Bir kere malum temsilî resmin buna delil olamayacağı aşikârdır. Elde Osmanlı nakkaşlarının yaptığı bazı minyatürler vardır. Orada Yavuz Sultan Selim böyle küpeli tasvir edilmemektedir. Ancak sakalı tıraşlı ve bıyığı paladır. Sakal bırakmamasıyla alâkalı da bir menkıbe anlatılır: Babası Sultan Bayezid’in mülayim bir padişah olduğu malumdur. Yerine şiddetiyle tanınmış oğlu Sultan Selim geçince, güya vezirler aralarında ne yapacaklarını müzakere etmişler; sonra da “Babası gibi, onun da sakalını elimize alırız!” demişler. Bunu haber alan Sultan Selim sakal bırakmamış. Benzeri bir hâdise Sultan Vahideddin için de anlatılır. Mamafih vefatına yakın bir minyatürde Sultan Selim sakallı olarak gözükmektedir. Pala bıyık, fıkıh kitaplarında gâzilerin alâmeti olarak meşru görülür. Sultan Vahideddin de vefatına yakın sakal bırakmıştır.
İslâm dininde, erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi şiddetle yasaklanmıştır. Fıkıh kitaplarında, meselâ İbni Âbidin’in Reddü’l-Muhtar adlı kitabında, Müslüman erkeklerin gümüş de olsa küpe, bilezik takınmasının, ellerine kına yakmasının caiz olmadığı açıkça yazar. Erkeğe sadece gümüş yüzüğe izin verilmiştir. Yüzük taşlı olabilirse de, ağırlığı 4.8 gramı geçemez. Kına ve sürmeyi ise tedavi maksadıyla kullanabilir. Küpe takmak; âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamuru şeref vesilesi sayan bir padişahın, ne inancıyla, ne de sadelikten yana mizacıyla bağdaşan bir iştir.

100 GAZİ İLE FETH EDİLEN KALELER, HEDEF İSTANBUL



Osmanlı devletinin kuruluş seneleri. Orhan Gazi zamanı. Türkmen atlıları, İzmit önlerine kadar gelmişlerdi.
Hedef, İstanbul. Fakat oraya gitmek için alınacak bir çok kale var. Bunlardan en muhkem olanı, Hereke kalesi. Daha önce akıncılar, iki defa bu kaleyi zorladılar, fakat zaptedemediler.
Orhan Gazi Ali Ağa ismiyle meşhur akıncı beyini çağırdı ve :
Baka Ali Ağa, dedi, Hereke çetin bir kaledir. Tekfuru da yaman bir silahşör. Ve ille bu kale bize gerektir. Bunu senden isterim! Ali Ağa duraksamadan:
İstediğin kale olsun beyim, biner gider, yırtar alırız evelallah! Dedi.
Orhan Gazi;
“Hemen cenk duası okunsun” emrini verdi. Ali Ağa, kollarını ileri uzattı ve yüreklere dokunan gür sesiyle Cenk duasını okudu. Hep birden “amin” diyen 100 yiğit, Ali Ağanın ardından hemen yola düştüler.
İznik’ten yola çıkan bu 100 bahadırın ardından, Bilecik’ten de 100 yiğit yola çıktı ve geriden onları takip etmeye başladı. Ali Ağa, yol boyunca düzen kuruyordu. Tekfurun kulağına kar suyu kaçırmak için yolda rastladıklarına:
Hereke tekfurunun vakti saati geldi! Kaleyi çevirmeye gideriz! Ardımızdan Orhan beyim gelir ki, dağ bayır asker kesmecesine. Yaman cenk olacak! Diyordu.
Ali Ağa ağırdan gidiyor, laflarının tekfura kadar ulaşması için savsaklanıyordu. Her şey umduğu gibi gelişti. Ali Ağanın sözleri martoloslar tarafından tekfura ulaştırılmıştı. Tedbiri şaştı tekfurun.
Düşündü, taşındı, sonunda:
“Madem bu Ali Ağanın arkasından Orhan Bey bütün askeriyle gelir, madem ki kitaplara yazılır cenkler olacak! Kaleye kapanıp niye ağır kuvvetlerin gelmesini bekleyeyim. Kaleden çıkıp şu 100 atlısını bir kırayım da, beyleri geldiğinde leşlerini toplasın.
”Derken Ali Ağa yüz askeriyle göründü. Doğruca Hereke kalesine saldırdı. Fakat kale burçlarından yağmur gibi oklar yağıyor. Ama Orhan Beyin yiğitleri “Allah Allah” diye gürlediler ve yağmur gibi yağan oklara aldırmadan ileri atıldılar.
Tekfurun zırhlı askerleri de “fırsat bu fırsattır” diyerek kale kapısında çıktılar ve Türk bahadırlarının üzerine atıldılar. Bir cenk başladı ki, ölüm kalım cengi.
Ali Ağanın askeri şövalyelere hörelenirken, kaleden de durmadan yeni kuvvetler, seller gibi Türk askeri üzerine akıyordu. İşte tam bu sırada, en önde giden Ali Ağanın sol gözüne bir ok saplandı. Yanıbaşında at süren Karaca Rahman:
Aman ağam, dedi, gözün gitti! Ali Ağa, sol eliyle gözünde sallanan oku çekip çıkardıktan sonra, kanlı yüzünü Karaca Rahman’a döndürüp:
Karaca yiğidim! İnsanın geriye bakmak için iki gözü olacağına, ileriye bakmak için bir gözü olması daha iyidir. Bir başa bir göz yeter bile! Dedi.
Bunları söyledikten sonra kılıcını başının üstünde çevirip, şimşek gibi ileri atıldı. Ardında da Karaca Rahman ve diğer askerler. Şövalyelerin arasına öyle daldılar ki, düşman kuvvetleri ortadan yarıp kale kapısına kadar ilerlediler. Hereke tekfurunun askeri iki parçaya ayrılmıştı. Bir kolayını bulup kale kapısından içeri girmeyi başaran Ali Ağa, kapının gerisinde, at üstünde savaşı takibeden ihtiyar tekfuru yakalamıştı.
Bir vuruşta kellesini kopardı ve bir mızrağa geçirerek Rum askerine gösterdi. Kale kapısında, Ali Ağanın elinde tekfurlarının kesik başını gören şövalyeler, çil yavrusu gibi dağıldılar ve Üsküdar istikametine doğru kaçmaya başladılar. Kaleye sancak çekildikten sonra, arkadan gelen diğer 100 atlı, ancak fetih şenliğine yetişti. Cuma günü Düzcede gençlerle birlikde olacağız inşallah.

24 NİSAN 1512 YAVUZ SULTAN SELİM HAN,IN TAHTA ÇIKMASI

Osman sultanlarının dokuzuncusu ve İslâm halîfelerinin yetmiş dördüncüsü. Sultan İkinci Bâyezîd Han’ın oğlu. 10 Ekim 1470’de Âişe Hâtun’dan Amasya’da doğdu. Küçük yaşta İstanbul’a gönderilen Selîm, dedesi Fâtih Sultan Mehmed Han’ın terbiyesinde yetişti. Şehzâde Selîm; Kur’ân-ı kerim, tefsir, hadîs ve fıkıh dersleri yanında yüksek fen ilimlerini de öğrendi. Diğer taraftan ata binmek, güreş tutmak, ok atmak ve kılıç kullanmak da öğretildi. Çok çevik ve zekî idi. Kısa zamanda Arabî ve Fârisi’yi en iyi şekilde öğrendi. Zamanın velîleriyle görüşür, sohbetlerini kaçırmazdı. Babası ikinci Bâyezîd pâdişâh olduktan sonra, askerî sevk ve idare ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için, şehzâde Selîm’i Trabzon’a vâli tâyin etti.
Trabzon’da devlet işlerinin yanında ilimle uğraşır ve büyük âlim Mevlânâ Abdülhalîm hazretlerinin derslerini tâkib ederdi. Bu arada edebiyat ve târih üzerinde de çalıştı. Trabzon’u çok güzel idare eden Selîm’in bu sırada komşu devletler ile de münâsebetleri oldu.
Nitekim o, vâliliği sırasında Trabzonluları rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. Bunların en meşhuru 1508 Kütayis seferidir. Bu seferlerde bugün Türkiye toprakları içinde bulunan Kars, Erzurum, Artvin illeri ile on beş mahalli fethederek Osmanlı topraklarına kattı. Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi müslüman oldu. Diğer taraftan İran’da Safevî Devleti’nin başına geçen Şâh İsmail, ülkesinde sünnîliği yok etmek için her türlü zulmü ve işkenceyi yapıyor, onları kendi bozuk fırkaları olan râfiziliğe girmeye zorluyordu. Bununla beraber Şâh propagandacıları vasıtasıyla Anadolu’ya nüfuz ediyor, bu memleketi de hâkimiyeti altına alarak, Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve burada da sünnîleri imha etmek istiyordu. Ayrıca onun izinsiz Osmanlı topraklarından geçerek Dulkadiroğulları ülkesinde tahribatta bulunması üzerine şehzâde Selîm de emrindeki cüz’î kuvvetlerle hareketle Akkoyunlu topraklarından Bayburt, Erzincan, Kemah, İspir, Gümüşhane ve Çemişkezek çevresini ele geçirdi. Fakat bütün Akkoyunlu mirasına sâhib olduğunu iddia eden Şâh İsmail, bu toprakları geri almak için kardeşi İbrâhim Mirzâ’yı bölgeye gönderdi. Şehzâde Selîm ise, hızla hareket ederek Erzincan yakınlarında Safevî ordusunu perişan etti ve İbrâhim Mirzâ’yı esir aldı. Şâh’a karşı bu başarıları şehzâde Selîm’e büyük prestij kazandırdı.
Şehzâdenin bu faaliyetlerinden telâşa kapılan Şâh İsmail, Bâyezîd Han’a bir nâme göndererek yaptıklarından özür dilemiş ve şehzâde Selîm’den de şikâyet etmiştir. Nitekim sultan İkinci Bâyezîd’in emri üzerine şehzâde Selîm, Şâh’ın kardeşini serbest bıraktığı gibi; Erzincan, Kemah, Bayburt ve İspir’i Safevîlere geri verdi.
Bu duruma rağmen Şâh İsmail, sultan Bâyezîd’in Anadolu alevîlerine Erdebil’i ziyaret etmelerine izin vermesinden faydalanarak onları kendilerine bağlıyor ve Osmanlı Devleti’ni içerden çökertmeye çalışıyordu. Öte yandan Mısır Memlûklülerini de rakibi Osmanlılar aleyhine daimî olarak kışkırtıyordu. Şahın bu faaliyetleri sonucunda Anadolu’da ortaya çıkan Şahkulu, Baba Tekeli ve Nur Halîfe isyânları binlerce masum kişinin ölmesine sebeb oldu. Şehzâde Ahmed ve vezîriâzam Hadım Ali Paşa kumandasındaki kuvvetler âsîler karşısında bozguna uğradı ve Osmanlı ülkesinde bir otorite boşluğunun doğmasına sebeb oldu. Neticede sultan Bâyezîd’in üç şehzâdesi arasında saltanat mücâdelesi baş gösterdi. Şehzâde Ahmed’in Şâhkulu karşısındaki muvaffakiyetsizliği, şehzâde Korkut’un ise yumuşak tabiatlı olması dolayısıyla yeniçeriler Selîm tarafdârı idi.
Ancak sultan Bâyezîd Han’ın vezirleri şehzâde Ahmed’in pâdişâh olmasını istiyorlardı. Şehzâde Ahmed, pâdişâh olursa yine vezir olabileceklerini, azledilmeyeceklerini biliyorlardı. Pâdişâh’ın meyli de, yaşının büyüklüğü sebebiyle şehzâde Ahmed’e idi. Bu sırada Selîm’in ziyaret maksadı ile Kırım’a gitmesi, aleyhindeki devlet adamlarını harekete geçirdi. Bunlar Selîm’in saltanat için hazırlandığını ileri sürerek, üzerine Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa’nın gönderilmesini sağladılar. Hasan Paşa muhârebeye girmeyerek geri çekildi. Bunun üzerine Pâdişâh’ın bizzat Selîm’e karşı harekete geçmesi sağlandı.
Ancak Rumeli akıncı ve sancakbeylerinin istirhamlarıyla muhârebeden vazgeçilerek Sarı Gürz diye meşhur Mevlânâ Nûreddîn ismindeki âlim aracı gönderildi. Şehzâde onu çok iyi karşılayıp, tek düşüncesinin Safevî tehlikesinin kaldırılması ve böylece sünnî müslümanların haklarının korunması olduğunu bildirdi. Ayrıca; “Pâdişâh babamın istekleri benim başımın üzerinedir. Sağlığına duâcıyız. Pâdişâh pederimin sağ kaldığı müddet içinde kimseyi velîahd îlân etmemesini ve Rumeli’de bir eyâletin uhdemizde olmasını isteriz” dedi. Sarı Gürz, durumu Pâdişâh’a bildirdi. Pâdişâh, şehzâdenin bu arzularını kabul etti. Rumeli’de Semendire sancağı tevcih olunarak berâtı gönderildi ve bu sancağa Alacahisar ve İzvornik sancakları îlâve edildi. Sonra da velîahd tâyin etmeyeceğini bildiren bir ahid-nâme yayınladı.
Bu arada vezirler, şehzâde Ahmed’e acele İstanbul’a gelmesi için haber gönderdiler. Şehzâde Ahmed Maltepe’ye kadar geldi ise de ordu, veliahdın İstanbul’a girmesini istemedi. Dîvân, veliahdın sancağına dönmesini emretti. Öte yandan şehzâde Ahmed’in İstanbul’a çağrılması şehzâde Selîm tarafdârlarını harekete geçirdi. İstanbul’da ordu açıkça şehzâde Selîm lehine büyük gösteri yaptı (6 Mart 1512). Büyük oğlunu desteklemekle kan döküleceğini anlayan Sultan, oğlu Selîm’i İstanbul’a davet etti. Şehzâde Korkud çok seviliyorsa da, erkek evlâdı olmadığından ikinci plânda kalmıştı. Şehzâde Selîm, 19 Nisan’da İstanbul’a geldi. Üç yaş büyük olan ağabeyi Korkud, kendisini karşılayarak tebrik etti. Bundan sonra Selîm, Yenibahçe’de kendisi için kurulan çadıra geldi. 24 Nisan 1512’de babası sultan Bâyezîd’in huzuruna girerek el öptü. Sultan Bâyezîd Han, oğlu Selîm’e; “Adaletten ayrılma, âcizlere ve bîçârelere karşı merhametli ol, kimsesizlere şefkat göster, herkesin sana râm olmasını istiyorsan, ulemâya çok saygı göster, zaruret olmadıkça kimseye karşı sert davranma!..” dedikten sonra çok duâlar etti ve pâdişâhlığını Allahü teâlânin mübarek etmesi dileğiyle saltanatı kendisine teslim etti.
Yavuz Sultan Selîm Han, aynı gün, vezirleri, komutanları ve devletin ileri gelenlerini toplayarak; “Pâdişâh olduğum zaman Arabistan’ı Çerkezlerden, Acem ülkesini râfizîlerden temizlemeye ahdettim. Şark ve garbta î’lâ-yı kelimetullah (Allahü teâlânın ismini yüceltmek) için çalışacağım; zâlimlere, evlâdım bile olsa, merhamet etmeyeceğim. Zamanımda boş oturmak ve ahâliye zulmetmek mümkün olmaz, işte, benim hâlim budur. Biraderim ise, rahatı sever ve yumuşak huyludur. Seferden korkmaz ve haddi aşmak istemezseniz bana bîât ediniz. Aksi takdirde şehzâde Ahmed’i seçiniz ki, onun zamanında o da, siz de zevk ve safânızla meşgul olasınız...” diyerek üstün gayretlere îtinâ gösterdiğini, fakat dünyâ devletini arzulamadığını açıklamış oldu. Babası İkinci Bâyezîd Han’ı, yılda iki milyon akçe tahsisatla Dimotoko’ya, büyük hürmet göstererek maiyyetiyle beraber yolcu etti. İkinci Bâyezîd Han, 26 Mayıs 1512’de yolda vefât edince, cenazesini İstanbul’a getirtti. Bâyezîd Câmii yanına defnettirip, üzerine bir türbe yaptırdı.
Sultan Selîm Han, tahta geçtikten sonra, önce devletin iç işlerini yoluna koymaya çalıştı. İsyan çıkarmak için harekete geçen, Anadolu’da kendilerine pek çok tarafdâr toplayan kardeşlerine birer mektup yazdı. Mektubunda; “Yaptığınız bu hareketler ve devletin paylaşılması gibi istekleriniz, hiç bir suretle kabul edilemez. Bir kaç günlük ömür için fitne ve fesat çıkararak, memleketi harâb etmektense, Allahü teâlânın takdîrine boyun eğmek en iyi hareket olur. Böyle yapılıp, husûmetten el çekildiği ve bir müslüman ülkesinde oturmayı kabul ettiğiniz takdirde, aramıza düşmanlık girmeyecektir. Ayrıca ihtiyaçlarınız tamamen karşılandığı gibi bu tarafta kalan mal-mülk ve çoluk-çocuğunuz için de, arzunuz yerine getirilecektir. Aksi takdirde, Allahü teâlânın irâdesi ne ise o olacaktır” yazıyordu. Buna rağmen kardeşleri şehzâde Ahmed ve şehzâde Korkud, etraflarına asker toplamaya devam ettiler. Yavuz Sultan Selîm Han, memleketin birlik ve beraberliğini sağlamak, isyânı bastırmak için, kardeşleri ile mücâdele etmeye mecbur kaldı. İstemeyerek, üzülerek, yaptığı bu mücâdelelerde galip gelerek isyânları bastırdı. Elebaşlarını öldürttü. İsyanı kışkırtan, kendisini istemeyen sadrâzam Mustafa Paşa’yı îdâm ettirdi.
Yavuz Sultan Selîm Han, ülke içinde hâdise çıkartan ve ilerisi için büyük tehlike olabilecek râfizî faaliyetlerin teşvikçisi, doğudaki Safevî Devleti’ne karşı sefere çıkmadan, batı, kuzeybatı ve güney hududlarını emniyete aldı. Eflâk, Boğdan, Macar, Venedik ve Mısır elçileriyle sulhun devamını, te’yîd eden anlaşmalar imzaladı. Bu sırada, Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldıran, Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun nehrine kadar hududunu genişleten Şâh İsmail, sünnî özbekleri de yendikten sonra, Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vasıtasıyla Osmanlı hududları içinde yaşayan şiîleri kendisine bağlıyor ve fırsat buldukça da isyânlar çıkarıyordu.
Yavuz Sultan Selîm Han ise, Şâh İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek, hattâ kökünü kazımak olduğunu biliyor, İslâm’ı bütün dünyâya hâkim kılabilmek için Osmanlı Devleti’nin dünyânın en büyük ve kudretli devleti hâline gelmesi zaruretine inanıyordu. Bunun için İran’da kurulan şiî devletlerin ikide bir Osmanlı Devleti’ni tehdîd etmesine ve batıya karşı açılan her seferde Osmanlıyı arkadan vurmasına son vermek emelinde idi Zîrâ Osmanlı Devleti’nin en büyük asker kaynağı Türk ve müslüman nüfûsun yaşadığı Anadolu idi. Buranın emniyette olmaması, devletin başına her an büyük gaileler açabilirdi. Sultan Selim, bütün bunları düşünerek Trabzon vâliliğinden beri Şâh İsmail’in Osmanlı ülkesindeki faaliyetlerini yakından takip etmiş, İran içlerine seferler düzenleyerek şiîlerin Anadolu’daki faaliyetlerine mâni olmaya çalışmıştı. Pâdişâh olduktan sonra, bu faaliyetlerin önüne bütünüyle geçmek için köklü tedbirler almaya başladı. Topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmail’in İslâm’a verdiği zarar ve Ehl-i sünnete yaptığı saldırıları inceden inceye bir bir anlattı. Dîvânda yapılan uzun müzâkerelerden sonra, İran’a sefere karar verildi. Dîvânın bu karârı üzerine görüşleri alınan o devrin âlimlerinden Molla Arab lakabıyla meşhur, Muhammed bin Ömer, Sarı Gürz lakâbıyla meşhur Nûreddîn Hamza, Zenbilli Ali Cemâli Efendi, Ahmed ibni Kemâl Paşa ve daha pek çok âlim böyle bir cihâdın farz olduğuna, Şâh İsmail’e haddinin bildirilmesi lâzım geldiğine dâir fetva verdiler.