2 Ağustos 2017 Çarşamba

24 NİSAN 1512 YAVUZ SULTAN SELİM HAN,IN TAHTA ÇIKMASI

Osman sultanlarının dokuzuncusu ve İslâm halîfelerinin yetmiş dördüncüsü. Sultan İkinci Bâyezîd Han’ın oğlu. 10 Ekim 1470’de Âişe Hâtun’dan Amasya’da doğdu. Küçük yaşta İstanbul’a gönderilen Selîm, dedesi Fâtih Sultan Mehmed Han’ın terbiyesinde yetişti. Şehzâde Selîm; Kur’ân-ı kerim, tefsir, hadîs ve fıkıh dersleri yanında yüksek fen ilimlerini de öğrendi. Diğer taraftan ata binmek, güreş tutmak, ok atmak ve kılıç kullanmak da öğretildi. Çok çevik ve zekî idi. Kısa zamanda Arabî ve Fârisi’yi en iyi şekilde öğrendi. Zamanın velîleriyle görüşür, sohbetlerini kaçırmazdı. Babası ikinci Bâyezîd pâdişâh olduktan sonra, askerî sevk ve idare ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için, şehzâde Selîm’i Trabzon’a vâli tâyin etti.
Trabzon’da devlet işlerinin yanında ilimle uğraşır ve büyük âlim Mevlânâ Abdülhalîm hazretlerinin derslerini tâkib ederdi. Bu arada edebiyat ve târih üzerinde de çalıştı. Trabzon’u çok güzel idare eden Selîm’in bu sırada komşu devletler ile de münâsebetleri oldu.
Nitekim o, vâliliği sırasında Trabzonluları rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. Bunların en meşhuru 1508 Kütayis seferidir. Bu seferlerde bugün Türkiye toprakları içinde bulunan Kars, Erzurum, Artvin illeri ile on beş mahalli fethederek Osmanlı topraklarına kattı. Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi müslüman oldu. Diğer taraftan İran’da Safevî Devleti’nin başına geçen Şâh İsmail, ülkesinde sünnîliği yok etmek için her türlü zulmü ve işkenceyi yapıyor, onları kendi bozuk fırkaları olan râfiziliğe girmeye zorluyordu. Bununla beraber Şâh propagandacıları vasıtasıyla Anadolu’ya nüfuz ediyor, bu memleketi de hâkimiyeti altına alarak, Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve burada da sünnîleri imha etmek istiyordu. Ayrıca onun izinsiz Osmanlı topraklarından geçerek Dulkadiroğulları ülkesinde tahribatta bulunması üzerine şehzâde Selîm de emrindeki cüz’î kuvvetlerle hareketle Akkoyunlu topraklarından Bayburt, Erzincan, Kemah, İspir, Gümüşhane ve Çemişkezek çevresini ele geçirdi. Fakat bütün Akkoyunlu mirasına sâhib olduğunu iddia eden Şâh İsmail, bu toprakları geri almak için kardeşi İbrâhim Mirzâ’yı bölgeye gönderdi. Şehzâde Selîm ise, hızla hareket ederek Erzincan yakınlarında Safevî ordusunu perişan etti ve İbrâhim Mirzâ’yı esir aldı. Şâh’a karşı bu başarıları şehzâde Selîm’e büyük prestij kazandırdı.
Şehzâdenin bu faaliyetlerinden telâşa kapılan Şâh İsmail, Bâyezîd Han’a bir nâme göndererek yaptıklarından özür dilemiş ve şehzâde Selîm’den de şikâyet etmiştir. Nitekim sultan İkinci Bâyezîd’in emri üzerine şehzâde Selîm, Şâh’ın kardeşini serbest bıraktığı gibi; Erzincan, Kemah, Bayburt ve İspir’i Safevîlere geri verdi.
Bu duruma rağmen Şâh İsmail, sultan Bâyezîd’in Anadolu alevîlerine Erdebil’i ziyaret etmelerine izin vermesinden faydalanarak onları kendilerine bağlıyor ve Osmanlı Devleti’ni içerden çökertmeye çalışıyordu. Öte yandan Mısır Memlûklülerini de rakibi Osmanlılar aleyhine daimî olarak kışkırtıyordu. Şahın bu faaliyetleri sonucunda Anadolu’da ortaya çıkan Şahkulu, Baba Tekeli ve Nur Halîfe isyânları binlerce masum kişinin ölmesine sebeb oldu. Şehzâde Ahmed ve vezîriâzam Hadım Ali Paşa kumandasındaki kuvvetler âsîler karşısında bozguna uğradı ve Osmanlı ülkesinde bir otorite boşluğunun doğmasına sebeb oldu. Neticede sultan Bâyezîd’in üç şehzâdesi arasında saltanat mücâdelesi baş gösterdi. Şehzâde Ahmed’in Şâhkulu karşısındaki muvaffakiyetsizliği, şehzâde Korkut’un ise yumuşak tabiatlı olması dolayısıyla yeniçeriler Selîm tarafdârı idi.
Ancak sultan Bâyezîd Han’ın vezirleri şehzâde Ahmed’in pâdişâh olmasını istiyorlardı. Şehzâde Ahmed, pâdişâh olursa yine vezir olabileceklerini, azledilmeyeceklerini biliyorlardı. Pâdişâh’ın meyli de, yaşının büyüklüğü sebebiyle şehzâde Ahmed’e idi. Bu sırada Selîm’in ziyaret maksadı ile Kırım’a gitmesi, aleyhindeki devlet adamlarını harekete geçirdi. Bunlar Selîm’in saltanat için hazırlandığını ileri sürerek, üzerine Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa’nın gönderilmesini sağladılar. Hasan Paşa muhârebeye girmeyerek geri çekildi. Bunun üzerine Pâdişâh’ın bizzat Selîm’e karşı harekete geçmesi sağlandı.
Ancak Rumeli akıncı ve sancakbeylerinin istirhamlarıyla muhârebeden vazgeçilerek Sarı Gürz diye meşhur Mevlânâ Nûreddîn ismindeki âlim aracı gönderildi. Şehzâde onu çok iyi karşılayıp, tek düşüncesinin Safevî tehlikesinin kaldırılması ve böylece sünnî müslümanların haklarının korunması olduğunu bildirdi. Ayrıca; “Pâdişâh babamın istekleri benim başımın üzerinedir. Sağlığına duâcıyız. Pâdişâh pederimin sağ kaldığı müddet içinde kimseyi velîahd îlân etmemesini ve Rumeli’de bir eyâletin uhdemizde olmasını isteriz” dedi. Sarı Gürz, durumu Pâdişâh’a bildirdi. Pâdişâh, şehzâdenin bu arzularını kabul etti. Rumeli’de Semendire sancağı tevcih olunarak berâtı gönderildi ve bu sancağa Alacahisar ve İzvornik sancakları îlâve edildi. Sonra da velîahd tâyin etmeyeceğini bildiren bir ahid-nâme yayınladı.
Bu arada vezirler, şehzâde Ahmed’e acele İstanbul’a gelmesi için haber gönderdiler. Şehzâde Ahmed Maltepe’ye kadar geldi ise de ordu, veliahdın İstanbul’a girmesini istemedi. Dîvân, veliahdın sancağına dönmesini emretti. Öte yandan şehzâde Ahmed’in İstanbul’a çağrılması şehzâde Selîm tarafdârlarını harekete geçirdi. İstanbul’da ordu açıkça şehzâde Selîm lehine büyük gösteri yaptı (6 Mart 1512). Büyük oğlunu desteklemekle kan döküleceğini anlayan Sultan, oğlu Selîm’i İstanbul’a davet etti. Şehzâde Korkud çok seviliyorsa da, erkek evlâdı olmadığından ikinci plânda kalmıştı. Şehzâde Selîm, 19 Nisan’da İstanbul’a geldi. Üç yaş büyük olan ağabeyi Korkud, kendisini karşılayarak tebrik etti. Bundan sonra Selîm, Yenibahçe’de kendisi için kurulan çadıra geldi. 24 Nisan 1512’de babası sultan Bâyezîd’in huzuruna girerek el öptü. Sultan Bâyezîd Han, oğlu Selîm’e; “Adaletten ayrılma, âcizlere ve bîçârelere karşı merhametli ol, kimsesizlere şefkat göster, herkesin sana râm olmasını istiyorsan, ulemâya çok saygı göster, zaruret olmadıkça kimseye karşı sert davranma!..” dedikten sonra çok duâlar etti ve pâdişâhlığını Allahü teâlânin mübarek etmesi dileğiyle saltanatı kendisine teslim etti.
Yavuz Sultan Selîm Han, aynı gün, vezirleri, komutanları ve devletin ileri gelenlerini toplayarak; “Pâdişâh olduğum zaman Arabistan’ı Çerkezlerden, Acem ülkesini râfizîlerden temizlemeye ahdettim. Şark ve garbta î’lâ-yı kelimetullah (Allahü teâlânın ismini yüceltmek) için çalışacağım; zâlimlere, evlâdım bile olsa, merhamet etmeyeceğim. Zamanımda boş oturmak ve ahâliye zulmetmek mümkün olmaz, işte, benim hâlim budur. Biraderim ise, rahatı sever ve yumuşak huyludur. Seferden korkmaz ve haddi aşmak istemezseniz bana bîât ediniz. Aksi takdirde şehzâde Ahmed’i seçiniz ki, onun zamanında o da, siz de zevk ve safânızla meşgul olasınız...” diyerek üstün gayretlere îtinâ gösterdiğini, fakat dünyâ devletini arzulamadığını açıklamış oldu. Babası İkinci Bâyezîd Han’ı, yılda iki milyon akçe tahsisatla Dimotoko’ya, büyük hürmet göstererek maiyyetiyle beraber yolcu etti. İkinci Bâyezîd Han, 26 Mayıs 1512’de yolda vefât edince, cenazesini İstanbul’a getirtti. Bâyezîd Câmii yanına defnettirip, üzerine bir türbe yaptırdı.
Sultan Selîm Han, tahta geçtikten sonra, önce devletin iç işlerini yoluna koymaya çalıştı. İsyan çıkarmak için harekete geçen, Anadolu’da kendilerine pek çok tarafdâr toplayan kardeşlerine birer mektup yazdı. Mektubunda; “Yaptığınız bu hareketler ve devletin paylaşılması gibi istekleriniz, hiç bir suretle kabul edilemez. Bir kaç günlük ömür için fitne ve fesat çıkararak, memleketi harâb etmektense, Allahü teâlânın takdîrine boyun eğmek en iyi hareket olur. Böyle yapılıp, husûmetten el çekildiği ve bir müslüman ülkesinde oturmayı kabul ettiğiniz takdirde, aramıza düşmanlık girmeyecektir. Ayrıca ihtiyaçlarınız tamamen karşılandığı gibi bu tarafta kalan mal-mülk ve çoluk-çocuğunuz için de, arzunuz yerine getirilecektir. Aksi takdirde, Allahü teâlânın irâdesi ne ise o olacaktır” yazıyordu. Buna rağmen kardeşleri şehzâde Ahmed ve şehzâde Korkud, etraflarına asker toplamaya devam ettiler. Yavuz Sultan Selîm Han, memleketin birlik ve beraberliğini sağlamak, isyânı bastırmak için, kardeşleri ile mücâdele etmeye mecbur kaldı. İstemeyerek, üzülerek, yaptığı bu mücâdelelerde galip gelerek isyânları bastırdı. Elebaşlarını öldürttü. İsyanı kışkırtan, kendisini istemeyen sadrâzam Mustafa Paşa’yı îdâm ettirdi.
Yavuz Sultan Selîm Han, ülke içinde hâdise çıkartan ve ilerisi için büyük tehlike olabilecek râfizî faaliyetlerin teşvikçisi, doğudaki Safevî Devleti’ne karşı sefere çıkmadan, batı, kuzeybatı ve güney hududlarını emniyete aldı. Eflâk, Boğdan, Macar, Venedik ve Mısır elçileriyle sulhun devamını, te’yîd eden anlaşmalar imzaladı. Bu sırada, Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldıran, Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun nehrine kadar hududunu genişleten Şâh İsmail, sünnî özbekleri de yendikten sonra, Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vasıtasıyla Osmanlı hududları içinde yaşayan şiîleri kendisine bağlıyor ve fırsat buldukça da isyânlar çıkarıyordu.
Yavuz Sultan Selîm Han ise, Şâh İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek, hattâ kökünü kazımak olduğunu biliyor, İslâm’ı bütün dünyâya hâkim kılabilmek için Osmanlı Devleti’nin dünyânın en büyük ve kudretli devleti hâline gelmesi zaruretine inanıyordu. Bunun için İran’da kurulan şiî devletlerin ikide bir Osmanlı Devleti’ni tehdîd etmesine ve batıya karşı açılan her seferde Osmanlıyı arkadan vurmasına son vermek emelinde idi Zîrâ Osmanlı Devleti’nin en büyük asker kaynağı Türk ve müslüman nüfûsun yaşadığı Anadolu idi. Buranın emniyette olmaması, devletin başına her an büyük gaileler açabilirdi. Sultan Selim, bütün bunları düşünerek Trabzon vâliliğinden beri Şâh İsmail’in Osmanlı ülkesindeki faaliyetlerini yakından takip etmiş, İran içlerine seferler düzenleyerek şiîlerin Anadolu’daki faaliyetlerine mâni olmaya çalışmıştı. Pâdişâh olduktan sonra, bu faaliyetlerin önüne bütünüyle geçmek için köklü tedbirler almaya başladı. Topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmail’in İslâm’a verdiği zarar ve Ehl-i sünnete yaptığı saldırıları inceden inceye bir bir anlattı. Dîvânda yapılan uzun müzâkerelerden sonra, İran’a sefere karar verildi. Dîvânın bu karârı üzerine görüşleri alınan o devrin âlimlerinden Molla Arab lakabıyla meşhur, Muhammed bin Ömer, Sarı Gürz lakâbıyla meşhur Nûreddîn Hamza, Zenbilli Ali Cemâli Efendi, Ahmed ibni Kemâl Paşa ve daha pek çok âlim böyle bir cihâdın farz olduğuna, Şâh İsmail’e haddinin bildirilmesi lâzım geldiğine dâir fetva verdiler.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder